Kamu yönetiminin akademik bir disiplin olarak ortaya çıkması 18. Ve 19. Yüzyıllarda başladıysa da aslında devletlerin ortaya çıkmasıyla uygulanmaya başlanmıştır. Zamanla çeşitli düşünürlerin devlet adamlarının dikkatini çeken bir araştırma konusu haline gelmiştir. Konfüçyüs (MÖ 551-479), Sokrates (MÖ 470-399), Platon (MÖ 427-347), Aristo (MÖ 384-322), Nizam’ül Mülk (1018-1092), İbni Haldun (1332-1406) ve Machievelli (1469-1527) bu insanlardan bazılarıdır (Eryılmaz, 2014:33).
14. yüzyıldan sonra feodalizmde başlayan çözülme Rönesans, Reform, Aydınlanma gibi hareketlerle belirli bir yön ve ivme kazanmıştır (Erdem, 2009:44; Çiğdem, 2011:19 akt. Parlak ve Doğan: 52-53). Ortaçağ’ın sona erişi ve ekonomik gücü ele geçiren orta sınıf olarak burjuvazinin ortaya çıkması kapitalizmin doğmasına sebep olmuştur. Kapitalizm de kendine özgü ilke ve değerler çerçevesinde farklı bir üretim sistemi ve toplumsal örgütlenme modeli oluşturarak yeni bir uygulama ve devlet şekli ortaya çıkarmıştır (Durdu, 2014:77; Özcan, 2008:91; Töker, 2008:15; Akın, 1993:76 akt. Parlak ve Doğan, 2016:53). Bu doğrultuda ortaçağa hakim olan bölünmüş siyasi iktidar yapısı merkeziyetçi mutlak monarşilerin ortaya çıkması ile son bulmaya başlamıştır (Pierson, 2011:66 akt. Parlak ve Doğan, 2016:53).
Belli bir anayasa ve yasal düzenlemelerle bağlı olarak belli coğrafi sınırlara sahip toprak parçasında yaşayan ulus-devlet vatandaşları bu siyasi ve hukuki kurallarla sınırlandırılmıştır. Kurallarla çevrelenmiş devlet yapısı da kendisine bağlı merkezi, sürekli ve resmi bir kamu yönetimi, yani bürokrasi ortaya çıkarmıştır (Özenç, 2014:122; Durdu, 2014:145; Kesgin, 2014: 234 akt. Parlak ve Doğan, 2016:54) Ortaya çıkan modern, kapitalist toplumlarda devlet üretim faaliyetlerine müdahale .etme girişimindedir. Devletin ekonomik hayata olan müdahalesinin artması, devlet çalışanlarının da müdahale etmesi anlamına gelmektedir. Nitekim Weber, bürokrasinin ilerlemesinin kapitalizmle doğrudan bağlantılı olduğunu savunmaktadır (Giddens, 2013:73-80).
Öte yandan sanayileşme ile birlikte fabrika sisteminin gelişmesi şehirlerin büyümesine, nüfusun artmasına sebep olmuştur. Bu etkiler de yeni bir takım sorunlar ortaya çıkarmıştır; altyapı, işsizlik, konut, sağlık, eğitim gibi birçok sosyal, ekonomik sorunu çözmede piyasa ekonomisi yetersiz kalmış ve devlet müdahalesi talep edilir hale gelmiştir. Bu da devleti asli fonksiyonlarını aşarak, pozitif görevler yüklemeye sevk etmiştir. Toplumun ortak ihtiyacı olan mal ve hizmetler üretip sunma yetkisi devlete aynı zamanda bir piyasa aktörü haline getirmiştir. Devletin fonksiyonlarında sosyal ve refah devlet anlayışı doğrultusunda olan artış, devletin dolayısıyla kamu yönetimi teşkilatının büyümesine sebep olmuştur. Bu durum kamu yönetimi teşkilatına kendi içinde teknik bir nitelik kazandırarak bilimsel ve teknik yöntemler kullanmasına sebep olmuştur (Eryılmaz, 2014:25-30).
Bu bağlamda değerlendirildiğinde sanayi devrimi ve onun ekonomik, kültürel, hukuki, toplumsal ve siyasi iz düşümü olan sanayi toplumu ve ulus devleti ortaya çıkmasıyla birlikte örgütlerin ölçeklerinde büyüme meydana gelmiştir. Bu da modern anlamda rasyonel bürokrasiler ortaya çıkararak bürokrasinin yaygınlaşmasına neden olmuştur (Türköne, 2010:453-454 akt. Parlak ve Doğan, 2016:54).
Bu olaylar kamu yönetimi düşüncesinin gelişmesine katkı sağlayarak ahlak, felsefe ve siyaset kitaplarının ve konularının dışında ayrı bir alan ve disiplin olarak incelenmesine sebep olmuştur. Buna ilişkin çalışmaların Avrupa’da daha erken başladığını söylemek mümkündür (Eryılmaz; 2014:33).
Yönetim düşüncesine ilişkin çalışmalar Avrupa’da daha erken başlamıştır. Modern kamu yönetiminin arka planında Kameralizm düşüncesi ve pratiği yatmaktadır. 18. Yüzyılda Prusya’da kurulan “Kameral Bilimler” kürsüleri, kamu yönetiminin akademik bir konu seviyesine taşıma girişimlerinde öncü niteliğindedir (Tribe, 1984: 263 akt. Eryılmaz, 2014:33). Kameral Bilimler, Avrupa’da feodalizmin çözülerek modern devletlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemde gelişen Merkantilizmin yansıması olarak da değerlendirilebilir. (Eryılmaz, 2014:34) Andrew Heywood, merkantilizmi “uluslararası ticareti idarede ve refahı garanti etmede devletin rolünü vurgulayan bir ekonomik düşünce okulu” olarak tanımlamıştır (Heywood, 2015:571). Gümrük tarifelerini ve vergileri kullanarak devletin ekonomiye müdahale etmesini, zenginleşmek için ihracatın arttırılmasını savunarak devletin siyasi ve ekonomik olarak merkezileşmesine hizmet etmiştir. Bu hareketin Almanya’ya yansıması Kameral Bilimler kürsülerinin kurulup devlet işlevlerinin geliştirilmesi ve devlete adam yetiştirilmeye çalışılması şeklinde olmuştur (Eryılmaz, 2014:34).
Kamu yönetimi kavramını bilimsel olarak ilk kez ele lan Fransız yazar Charles Jean Bodin (1772-1812)’dir. “Kamu Yönetiminin İlkeleri” (Principles d’Administration Publique) adını verdiği kitapta kamu yöntemine yönelik olarak 68 genel ilke ayrıntılı olarak belirtilmiştir. İlaveten kitap, kamu yönetimi ismi taşıyan ve kamu yönetimine ait ilkelerin sistematik ve kapsamlı biçimde ele alındığı ilk kitap özelliğini taşımaktadır. Ancak bu ilerleme, idare hukukunun ön plana çıkması ile sonraki dönemlerde ettirilememiştir (Karasu, 2001:225-242 akt. Eryılmaz, 2014:34-35).
Sonrasında daha çok idare hukukçuları tarafından incelenir hale gelen kamu yönetimi (Eryılmaz, 2014:35), 19. ve 20. yüzyıl başlarında bağımsız bir alan olarak değil, bir siyaset sorunu olarak ele alınmıştır. (Öktem ve Ömürgönülşen, 2004:8)
Kamu yönetiminin siyaset biliminden bağımsız bilimsel bir disiplin olarak incelenmeye başlanması 19.yy sonlarına dayanmaktadır. 1854 yılında İngiltere’de hazırlanın Northcate-Trevelyon Raporunda, kamu hizmetlerinin özenle seçilen gençlerden oluşan kamu kuruluşlarınca yürütülmesi gerektiği belirtilerek, yeterlilik ilkesi üzerinde durulmuştur. Bu rapor kısa sürede ABD’yi etkilemiştir. 1881’de başkan Gorfield’in mevcut yağma sistemi yüzünden iş bulamayan bir kişi tarafından suikasta uğraması sonucunda 1883 yılında Pendleton sözleşmesi yapılmıştır. Bu sözleşmeyle; “belirlenmiş ve sınıflandırılmış görevlere gelecekler için rekabeti arttırıcı sınavların yapılması, sınavlarda en başarılı olanların göreve getirilmesi, işe başlamadan önce deneme sürecinden geçirilmesi” gibi ilkeler benimsenmiştir. Bu süreçte ilk kez ABD’de Woodrow Wilson (1856-1924), “Yönetimin İncelenmesi” (The Study of Administration) makalesinde, suikasta sebep olan mevcut yağma sisteminin sorumlusu olarak siyasetle yönetimin birlikte işlemesini göstermiş ve bu iki kavramın ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Dolayısıyla kamu yönetiminin siyaset biliminden ayrı bir alan olarak görülmeye başlaması bu dönemlere tekabül etmektedir (Hughes, 1998: 25-27 akt. Özer, 2005:50).
Geleneksel/ klasik kamu yönetimi dönemi, kamu yönetiminin akademik disiplin çerçevesinde temel ilke ve değerlerinin ortaya çıktığı dönemdir (Parlak ve Doğan, 2016:42). 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar rövanşta olan bu yönetim, sonrasında bazı sebeplerle işlevsiz kaldığı düşüncesiyle itibardan düşmüş ve yerini “yeni kamu yönetimi” anlayışına bırakmıştır.
GELENEKSEL KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI
Geleneksel yönetim anlayışının temel ilkeleri Weber’in geliştirdiği bürokrasi, ilk kez Wilson’un dile getirdiği siyaset ve yönetim ayrılığı, Taylor’un her iş için tek yolun bulunabileceğini savunduğu bilimsel yönetim teorisi ve Fayol’un evrensel olarak tabir ettiği fonksiyonel yönetim teorisi çerçevesinde olmuştur.
KLASİK YÖNETİM TEORİSİ
Sanayi devrimi sonrası yaşanan ekonomik değişim, toplumsal ve sosyal yaşantıyı da etkilemiş, üretici toplum yapısını tüketici toplumuna çevirmiştir. Tüketimi artan insanların ihtiyaçları da artmış ve bu ihtiyaçları karşılamak için örgütler daha çok mal ve hizmet üretmeye başlamışlardır. Üretim ve tüketimde yaşanan bu ani artış, örgütleri yönetimsel bir reforma sevk etmiştir. Bu süreçte örgütlerin yeni yönetim sistemi ihtiyacına ilk klasik yönetim teorisi cevap olmuştur (Peker, 1993:197 akt. Özer, 2005:62-63).
Woodrow Wilson Ve Siyaset-Yönetim Ayrımı
Geleneksel kamu yönetiminde idare, siyasal iktidara bağlı durumdadır. Siyasiler kamusal alanda yapılacakları belirlerken, kamu yönetiminin görevi de bu talimat ve kuralları uygulamaktan ibarettir. Bu çerçevede kamu yönetimine verilen yöneticilere kesin itaat görevi, kamu yönetiminin denetim altında tutulmasını da sağlamaktadır. Buradan kamu kurumlarında denetimin hiyerarşik, katı ve merkeziyetçi bir yapıda olduğu anlaşılabilir. Bu denetimlerde dikkat edilen husus ise yasal ve finansal ilkelere uyulup uyulmadığının tetkik edilmesidir (Eryılmaz, 2014:45).
Siyaset ve yönetimin birbirinden ayrılması gerektiği görüşünü ilk olarak Wilson dile getirmiştir. Wilson “İdarenin İncelenmesi” makalesinde idareyi bir iş alanı olarak görmüş ve siyasetin karmaşık, telaşlı yapısından uzak olduğunu belirtmiştir. Siyaset, idareye görev ve talimat verse de konuları birbirinden farklıdır. Bu yüzden devlet memurluğunda partizan amaçlardan uzaklaştırılmaya yönelik politikaların uygulanarak kamu makamlarının manevi özüne döndürülmesini savunmaktadır (Wilson, 1961:63-64).
Kamu yönetiminin siyasetten ayrılması önemli sonuçlar doğurmuştur. Kamu yönetimi işleyişinde siyasetin prangasından kurtulmuş ve yönetim bilimi ilkeleri önem kazanmıştır. Politika belirlemek dışında kalan uygulama alanları teknik kabul edilerek bu görevin kamu yöneticilerine bırakılması düşüncesi gelişmiştir. Bu da, Taylor’un “bilimsel yönetim” yaklaşımının kamuda uygulanmasına imkan sağlamıştır (Sözen, 2005:22-23 akt. Eryılmaz, 2014:46).
Max Weber Ve Bürokratik Yönetim Teorisi
Geleneksel kamu yönetimi düşüncesinin kurucularından sayılan Alman sosyolog Max Weber (1864-1920), “yasal-rasyonel bürokrasi” modelinin teorik alt yapısını oluşturarak kamu yönetimine önemli katkılar sağlamıştır.
Weber bu modeli oluştururken ileri sanayi aşamasında olan toplumların kamu bürokrasilerini incelemiş, karşılaştırmalı bir bakış açısı ile eski organizasyon yapılarının gelişen Batı dünyası için yeterli olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Öte yandan devlet dairelerinin özelliklerini inceleyerek, bürokrasi ile ilgili genel ilkeler belirlemiştir (Dereli, 1981:9 aktaran Özer, 2005:70).
Weber ve onu yorumlayanlar bürokrasinin şu yapısal ve işlemsel özelliklerine dikkat çekmişlerdir (Eryılmaz, 2014:269-271);
a) Yasalarla Düzenlenmiş Yetki Alanı: Bürokratik yapılarda hedeflere ulaşmak için verilen görevler belli bir biçimde dağıtılır ve yine yerine getirilmesi için gerekli emir ve yaptırımlar da kurallara bağlıdır.
b) Görev Hiyerarşisi ve Otoritenin Kademelenmesi: Örgütte mevcut olan hiyerarşik düzen sayesinde alt birimler üstlerin denetim ve gözetimi altındadırlar. İdari hiyerarşide herkes, kendi yönetimi altındakilerin karar ve eylemlerinden dolayı, üstlerine karşı sorumludur. Bu durum yönetilenlere, alt birimlerin eylem ve işlemlerine karşı üst makamlara başvurabilme imkanı sağlar.
c) Yönetimin Yazılı Belgelere Dayandırılması: Gerekli olduğunda kullanılmak, ispatlanmak üzere her türlü emir, işlem yazılı belge olarak saklanır.
d) Yetki ve Görevlerde Uzmanlaşma: Uzmanlaşma, iş bölümünün bir sonucundur. İş bölümüyle ortaya çıkan çeşitli alanlarda çalışanlar, yaptıkları işte kısa sürede uzmanlaşırlar.
e) Kurallara Bağlılık ve Biçimsellik: Bürokrasi yazılı ve resmi kurallara göre işler. Çalışanların sorumluluğu, karşılıklı ilişkileri, yetkileri bu kurallarla belirlenir ve sınırlandırılır. Bu durum, görevlilerin keyfi davranışlarına engel olmaktadır.
f) Gayrişahsilik: Memurlar görevlerini ifa ederken her türlü duygusallıktan, şahsilikten uzak, tarafsız, rasyonel bir yönetim anlayışı çerçevesinde hareket etmelidir.
g) Kariyer Yapısı: Memuriyet, bürokraside meslek olarak kabul edilir. Çalışanlar bu meslek içerisinde uzmanlıklarına ve kıdemlerine bağlı olarak yükselebilirler. Bürokratlar, kayırmacılık sistemiyle değil liyakat esasına bağlı olarak göreve getirilirler.
h) Kamu ve Özel Hayatın Ayrışması: Bürokratik örgüt, personelin kişiliğinden ayrı bir varlıktır. İdari personel, yönettiği kurumun mülkiyetine sahip değildir; görevini satamaz, çocuklarına devredemez.
Bu şekilde her ne kadar bilimsel ve ideal niteliklere sahip olsa da 1930’lardan itibaren ABD ve Avrupa ülkelerinde sorgulanmaya başlamıştır. Çalışanlara gereken önemin verilmemesi, kurallara ve örgütsel yapıya aşırı değer verilmesi nedeniyle eleştirilmiş, hatta zamanla hantallığın ve verimsizliğin kaynağı olarak görülmüştür. Modele karşı en güçlü eleştiri ise 1970’lerin sonunda ortaya çıkan yeni kamu yönetimi anlayışından gelmiştir (Eryılmaz, 2014:278).
Frederick Taylor Ve Bilimsel Yönetim Anlayışı
Amerikalı bir mühendis olan Frederick Taylor (1856-1915), çalışma pratiklerinden elde ettiği deneyimlerine dayanarak “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” isimli kitabını kaleme almış ve yönetim konusunu ilk kez bilimsel perspektiften incelemiştir.
Taylor’un ilkeleri ayrıntılı bir organizasyon teorisi kabul edilememekte ve basit görünmektedir. Bilimsel yönetim yaklaşımı, yönetim işlerinden ve liderlik fonksiyonunun dizaynından ziyade organizasyonun alt kademelerinde çalışan personel üzerine yoğunlaşmıştır (Parlak, 2013:65 akt. Parlak ve Doğan, 2016:90)
Zaman ve hareket etütleri yapan Taylor, bu çalışmasıyla işletmelerde bir işin ne kadar sürede tamamlanacağını hesaplayarak işçi ücretlerini belirlemeye çalışmıştır. İşçilere çalışma saatlerine göre değil çıktılarına, yani verimlilik esasına göre ücret ödenmesi gerektiğini savunmuştur. Örgütlerin başarılı olabilmesi için yöneticilerin şahsi değil, bilimsel yöntemlerle çalışmaları gerektiğini ve bu yöntemler kullanılarak “her iş için en iyi tek bir yönetim” modelinin bulunabileceğini belirtmiştir (Eryılmaz, 2014:40-44).
Bilimsel yönetim anlayışının temel ilkeleri şöyle sıralanabilir;
• Yönetimde bilimsel tekniklerin kullanılması,
• Personeller bilimsel ilkeler doğrultusunda seçilmesi, eğitilmesi
• İşe uygun personelin seçilmesi,
• Çalışan-yöneten arasında iş birliği sağlanarak (Özer, 2005:67) sorumluluğun dengeli olarak paylaştırılması,
• Bir işin bölümlere ayrılması ve çalışanların o alanda uzmanlaşması,
• Belli bir işten belli bir personelin sorumlu olması,
• Bir işin düşünme, tasarım, uygulama ve denetleme aşamalarının ayrı birimlerce yapılması (Aktan, 2003:6 akt. Sahilli, 2005:7)
Taylor’un bilimsel yönetim hareketi her ne kadar uygulanabilirlik oranının yüksek olmasından dolayı, ABD’de yankı bulmuşsa da (Özer, 2005:68), yönetimde insan ögesinin sosyo-psikolojik yönlerini, çevre şartlarını ve örgütsel davranışın mekanik olamayan taraflarını dikkate almadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir (Eryılmaz, 2014:41)
Henri Fayol Ve Fonksiyonel Yönetim Anlayışı
Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımında işin yapılma biçiminin gözden geçirilerek parça parça dizayn edilmesine karşılık Fayol, organizasyonu bir bütün olarak ele alarak tasarım ve yönetiminin ilkelerini, tekniklerini araştırmıştır. Ekonomik etkinliği ön plana alan bu anlayış, bir nevi bilimsel yönetim yaklaşımının devamı hatta tamamlayıcısı sayılabilir (Parlak, 2013: 65 akt. Parlak ve Doğan, 2016:90).
Geleneksel yönetim düşüncesine katkı sağlayan önemli isimlerden olan Henri Fayol (1841-1925), endüstride elde ettiği tecrübeleri yönetim ve organizasyon alanına taşımış ve “Genel ve Endüstriyel Yönetim” isimli kitabıyla yönetim ile ilgili önemli ilkeler ortaya koymuştur (Özer, 2005:74). Fayol, yönetimle ilgili öne sürdüğü unsurların kamu ve özel sektör fark etmeksizin, evrensel olduğunu savunmaktadır (Eryılmaz, 2014:36).
Fayol, yönetimin 14 genel ilkesini şöyle sıralamıştır (Fayol, 2016:45-75);
• İş bölümü
• Otorite
• Disiplin-Gözetim
• Kumanda birliği
• Yürütme birliği
• Genel çıkarların özel çıkarlardan üstünlüğü
• Personel ücretleri
• Merkeziyet
• Hiyerarşi
• Düzen
• Hakkaniyet, Eşitlik
• Memurlarda istikrar
• Teşebbüs fikri
• Çalışanlar arasında birlik ruhu
Yönetim sürecini de beş başlık altında incelemiştir (Fayol, 2016:78-165);
• Planlama
• Örgütleme
• Kumanda
• Koordinasyon
• Kontrol
Klasik yönetim düşüncesinin temel varsayımı; mekanik bir araç bir işi nasıl yapıyorsa, örgütte aynı şekilde teknik kurallarla makine gibi kurulup işletilebilir. Bu yöntem kullanılarak verimlilik, akılcılık, sorumluluk ve etkinlik amaçlarını gerçekleştirme doğrultusunda hakim ilkeler şöyle sıralanabilir (Özer, 2005:63-64);
• Bilimsel yöntemlerle yapılan işin hareket ve zaman bakımından incelenmesi,
• Her işe ait en iyi araç ve gerecin bulunması,
• İşe uygun personelin seçilmesi,
• Çalışanlara verimliliğiyle orantılı ücret ödenmesi,
• Yönetim sürecinin her kademesinde plan ve denetim yapılması.
Ancak bu klasik yönetim anlayışı insancıl olmadan personeli birer makine, ekonomik varlık olarak görerek motivasyon kaynağının sadece paraya indirgemesi, personelin ihtiyaçlarını, davranışlarını, tercihlerini önemsememesi, verimliliğe aşırı derecede önem verilerek personelin değil, iş verenin kâr etmesinin asıl amaç olması, çalışanları robotlaştıran tekniklerin uygulanması gibi gerekçelerle eleştirilmiştir (Yüksel ve Aykaç, 1994:83-84).
Bu eleştiriler doğrultusunda Neo-klasik yönetim teorisi oluşmuş ve klasik yönetim anlayışının eksikliklerini giderip boşluklarını tamamlayarak, örgütün etkinliğini insan davranışlarına ve ilişkilerine önem vererek arttırmaya yönelmişlerdir.
NEO-KLASİK YÖNETİM TEORİSİ
Teorinin en önemli ismi sayılabilecek Elton Mayo önderliğinde yapılan Hawthorne araştırmaları sonucunda örgütte verimliliği ve motivasyonu arttırmada fiziki unsur dışında sosyal unsurların da etkili olduğu kanıtlanmıştır (Parlak ve Doğan, 2016:92).
İlaveten Abraham Maslow, bireylerin ihtiyaçlarını aşağıdan yukarıya; fizyolojik, güvenlik, ait olma ve sevgi, saygı görme, kendini gerçekleştirme olmak üzere beş basamakta belirtmiştir. Doğuştan gelen bu ihtiyaçların tamamen tatmin edilene kadar bireyin davranışlarını etkilediğini savunmaktadır (Yıldız ve Akın, 2015:17)
Bu çerçevede neo-klasik yönetim teorisinin temel ilkeleri şu şekilde ifade edilebilir (Aktan, 2003:8 akt. Sahillioğlu, 2005:11-12);
• Organizasyonda insan faktörüne ve insan ilişkilerine önem verilmesi,
• Yüksek performans için sosyal ve psikolojik faktörlerin dikkate alınması,
• Çalışanların yönetim kararlarına katılması,
• Grup çalışması,
• Çalışanlar ve yöneticiler arasında iletişim
• İş zenginleştirmeye önem verilmesi,
• İnsanlara yetki ve sorumluluk verilmesi, sadece sonuçların denetlenmesi,
• Çalışanların ücretlerinin iyileştirilmesidir.
Neo-klasik yönetim teorisi, klasik teorinin tersine biçimsellikten uzak bir örgüt yaklaşımını savunmasıdır. Resmi örgüt yapısı içinde birbirini etkileyen doğal örgütler bulunmaktadır. Örgüt bireyler oluştuğuna göre bu ikisi arasında etkileşim söz konusudur ve yöneticiler de buna uyarak beşeri ve sosyal bir örgüt kurmak zorunda kalmaktadır. Bunları savunurken aynı zamanda, resmi örgütün ihmal edilerek sadece sosyal açıdan değerlendirilmesi, sorunlara duygusal yönden bakması gibi sebeplerle eleştirilere de maruz kalmıştır (Özer, 2005:79-81).
MODERN YÖNETİM TEORİSİ
Klasik ve neo-klasik yönetim teorilerinin eksikliklerini gidermek üzere ortaya çıkan yeni bir anlayıştır. Bu teori, örgütün ne tek başına yönetsel yapı ele alınarak ne de sadece örgütü sosyal ve psikolojik açıdan değerlendirerek anlaşılamayacağını savunanlar tarafından ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla modern yönetim teorisi, daha önceki iki teorinin sentezi niteliğindedir (Ergun-Polatoğlu, 1992:131 akt. Özer,2005:83).
Sistem Yaklaşımı
Sistem, birbiriyle karşılıklı bağımlı birden çok ögenin bir amaç doğrultusunda oluşturduğu birlik olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede de sistem yaklaşımı yönetim, çalışanlar, örgüt, kaynaklar, insanlardan oluşan bir bütün olarak görmektedir. Yönetim, sosyo-kültürel, siyasal ve ekonomik çevreden izole bir alan olarak görülemez, çünkü yönetim hem kendi içindeki hem de çevresindeki unsurlarla sürekli etkileşim halindedir. Çevreden bilgi, istek, şikayet gibi veriler yönetime girdi olarak girer ve yönetim bunları değerlendirerek bir dönüşüm süreci geçirir. Dönüşüm süreci sonunda ortaya çıkan mal, hizmet veya karar gibi çıktılar oluşur. Bu çıktılar geri besleme yöntemiyle tekrar girdi olarak gelir ve bu süreç böyle gider (Eryılmaz, 2014:82-83) Heywood; “siyasal sistemi, girdilere (talep ve destek) otoriteli kararlar veya çıktılar (siyasalar) temin ederek cevap veren kendi kendini düzenleyen mekanizma muamelesine tabi tutan teori” olarak tanımlamıştır (Heywood, 2015:576).
Durumsallık Yaklaşımı
Klasik yönetim teorisinin insanı arka plana alan yaklaşımıyla neo-klasik yaklaşımın insanı gereğinden fazla esas alan yaklaşımına, bir iş için en iyi tek yolun olduğu görüşüne karşı çıkarak her yerde herkes için her zaman geçerli, evrensel bir yönetim yapısının olamayacağını, bunların durumlara bağlı olarak değişebileceğini savunur (Eryılmaz, 2014:83)
POSTMODERN YÖNETİM TEORİSİ
1970’li yıllardan sonra gelişmiş, o döneme kadar olan anlayışları çok ciddi şekilde eleştirerek yeni bir boyut getirmiştir.
Yeni Kamu Yönetimi Yaklaşımı
Refah devleti anlayışının gelişmesiyle birlikte devlete negatif fonksiyonlarının yananda pozitif fonksiyonlar da yüklenmiştir. Bu zamanla öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, eskiden devletin ne yapmaması gerektiği konuşulurken, süreç içinde devletten her türlü mal ve hizmet talep edilerek neler yapması gerektiği gündeme gelmiştir. Devletin görevlerinin artmasına paralel olarak da bürokrasi genişlemiş ve “kırtasiyecilik”, “hantallık”, “verimsizlik” olarak görülmeye başlamıştır. Bu şekilde eleştirilere maruz kalan geleneksel yönetim anlayışı zamanla gözden düşmüş ve yerine yeni bir yönetim anlayışı yükselişe geçmiştir (Eryılmaz, 2014:43)
Yönetişim
Devletin yönetilenlerle ilişkisinde tek otorite olmasının yerine devletin, devlet dışı aktörlerle yatay etkileşim içinde olmasıdır. Yönetişim; yerelleşme, sivil toplum, demokrasi ve katılım ilkelerinin kesişme noktasında yer alır (Parlak ve Doğan, 2016:97-98).
YENİ KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI